Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Konseyi teşkilatı içinde kurulmuş bir yargı merci olup, konsey üyesi ülkelerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde belirtilen hakları en üst
değer olarak kabul edip iç hukuk prensip ve uygulamalarını da bu üstün normlarla uyum içinde düzenlemesini beklemektedir.
Yine bu amaca yönelik olarak davacının bir özel kişi davalının da idare olduğu bu dava
senaryosunda insan hakları ihlali halinde; mahkeme idareyi tazminata mahkum ederken
verdiği gerekçeli kararlarla da insan haklarının nasıl yorumlanması ve uygulanması gerektiği konusunda üye ülkelere yol göstermektedir. Nitekim Türkiyede de iç hukuk yollarını tüketen özel hukuk tüzel ve gerçek kişileri AİHMe başvurmak suretiyle temel haklarını ihlal eden idareye karşı mücadeleye girebilmektedir. AİHM, devlet ile toplumun temasının yoğun olduğu, ekonomideki etkinliği azalır gibi görünen devletlerin başka açılardan ekonomik, sosyal ve
hatta özel hayata müdahalesinin arttığı bir dönemde, kararlarıyla ülkeleri insan haklarına
uygun davranmaya zorlayarak kuşkusuz ki bir kutsal amacı gerçekleştirmektedir.
Ancak AİHMin de benzer diğer mekanizmalar gibi tarafsızlığına ve zaafı denebilecek
noktalara ilişkin dosyalarda genişletici yorum tekniğine şüpheyle yaklaşmakta fayda vardır.
Adil yargılanma hakkının ihlali, ifade özgürlüğü hususları Türkiyenin mahukimeyetlerinin
konusunu oluşturan başlıca unsurlardan. 2007-2008 yılları arasında yoğunlaşmış orman arazileri ve kıyı kenar çizgilerini konu olan mülkiyet hakkı davaları da yine Türkiyeyi yüksek tazminatlar ödemekle yükümlü kılan ve bir dönüt mekanizması ile bu ihlallerin önüne geçmek için atılması gereken adımları atmaya zorlayan kararlardan. Öyle ki; Türkiye, Rusyadan
sonra hakkında en çok ihlal kararı verilen ülke ve elbette hakkın ihlalinden sonra tazminat
ödeme noktasına gelmeden ihlalin önlenmesi için uygulamada katedilmesi gereken çok yol var. Bu açıdan AİHMden yahut iç hukuktaki insan hakları mekanizmalarından gelen serzenişlerin haksız olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Buna karşılık AİHM de Türkiyeye karşı her
zaman şeffaf ve tarafsız değil. Bir diğer ifadesiyle Türkiyenin önceliklerine ve kaygılarına
kulaklarını tıkamış bir AİHM var karşımızda.
Böylesi bir tutumunun en can acıtan noktası elbette terörle mücadele. İfade özgürlüğü
kuşkusuz ki insan olmanın en önemli değerlerinden biri olup totaliter rejimler altında yahut yumuşak güçler vasıtasıyla engellenmemelidir. Buna karşılık, sorunun düğüm noktası ifade özgürlüğü ile yaşam hakkı gibi, güvenlik gibi en az ifade özgürlüğü kadar önemli haklar ile ifade özgürlüğü arasında nasıl bir denge oluşturulması gerektiğidir. Sorunun can yakan
noktası; hususi olarak Demirtaş, Sırrı Süreyya Önder Figen Yüksekdağ ve benzeri davalarda bu kişilerin tutukluluklarının devam edecek veya etmeyecek olması değildir.
Tartışmak istediğimiz mesele; AİHMin, Türkiyenin maddi ve manevi büyük sorunlar yaşadığı terörle mücadele sürecini, mahkeme kararları aracılığı ile adeta bir yumuşak güç kullanarak devlet olarak yönetmesine müdahale etmesidir.
İşte bu nedenle, iç hukukta Barış Akademisyenleri kararı, Sırrı Süreyya Önder kararı gibi kararlar verilmesi yoluyla meselenin AİHMde masaya yatırılmasına izin vermemek düşünce özgürlüğü açısından da Türkiyenin AİHMe malzeme vermemesi açısından da olumlu gelişmelerdir.
Zira benzer davalarda AİHM, Türkiyenin terörle mücadelesini adeta küçümserken iç hukuk mekanizmalarımızın kararlarında terörle mücadele iyi anlaşılmakta ve fakat düşünce
özgürlüğünün kapsamı geniş yorumlanmaktadır.
Bu yolla da randevu dahi talep etmeden AİHMe elini kolunu sallayarak girebilen kimseler, Türkiyede ne karar verilirse versin AİHM bizi zaten kucaklayacak düşüncesinde olanlar bağımsız ve tarafsız olmasını umduğumuz Türk yargısını fiili olarak olmasa da fikirsel olarak bypass edemeyeceklerini görmektedirler. Hal böyle olunca, ifade özgürlüğünü dar yorumlayacak dahi olsanız yalnızca bu açıdan bile yargıdaki ifade özgürlüğü açılımına tepkili yaklaşmamanız gerekir.