Ankarada Çankaya Üniversitesinde 2 Ocak Çarşamba günü işlenen cinayet de dünya genelinde ve Türkiyede her gün işlenen onlarca cinayet gibi, kayıplara neden olan her suç gibi yine kamuoyu vicdanındaderin yaralara yol açtı ve günlük telaşlarımızın yanında aslında ne kadar temel problemlerimiz olduğunu hepimize bir kez daha hatırlattı.
Günlerdir basından takip ettiğimiz üzere, olayda hukuk fakültesinde araştırma görevlisi olan Ceren Damarın yine aynı fakültede öğrenci olan fail tarafından önce bıçaklanması ardından da silahla vurularak öldürülmesi söz konusu.
Haberlerde yer alan iddialara göre; faili araştırma görevlisinin odasına götüren gerekçe ise maktul öğretim görevlisinin, faili kopya çekerken yakalaması ve sınav kağıdını alarak hakkında soruşturma başlatması. Kamuoyuna aktarılan bir diğer iddia ise failin benim o dersi geçmem gerekiyordu ifadesini kullandığı.
Ceza soruşturmalarının; fail, mağdur ve mağdurun yakınları bakımından hukuk davalarından daha hassas ve yaralayıcı sonuçlar yarattığını düşünereksoruşturmanın basın yayın organları aracılığı ile kamuoyuna aktarılan detayları hakkında ilk ağızdan edinilmiş bilgilermiş gibi emin konuşmanın basın etiğine de ceza hukuku etiğine de uygun düşeceğini düşünmüyorum. Nitekim böylesi bir suçtan sonra, Ceren Damarın yakınları ve haberle yasa boğulan bizler de acı içindeyken failin ne söylediğinin sanıyorum ki önemi azalıyor. Bundan önceki benzer onlarca olayın da bizi götürdüğü gibi bu olay da bizi yine temeldeki problemlerden birine, bireylerin ruh sağlığının kontrol edilemez biçimde bozulduğu gerçeğine götürüyor.
Kendisinden boşanmak istediği için eşini öldüren kocada da, dersi geçmek için öğretmenini öldüren katilde de, bir papağanın boğazını sıkıp bunu kaydederek paylaşmayı bir gösteri belleyen zihniyette de aslında temelde ruhsal durumdaki derin sağlıksızlığı görmek mümkün.
Suç teşkil eden davranışı gerçekleştiren kişinin ruhsal durumunun, toplumun kabul ettiği ruhsal sağlık tanımına uymaması hali hazırda üzerinde derin fikir ayrılıkları olmayan bir konu. Üstelik; suçun, insanlık tarihi ile eş zamanlı ortaya çıktığı düşünüldüğünde fail ile onu suç işlemeye iten psikolojik unsurun da tarihin ilk zamanlarından beri mevcut olduğunu söylemek mümkün. Oysa bizim dikkat çekmek istediğimiz nokta yalnızca failin ruhsal sağlıksızlığı değil, toplumun hızla ruhsal hastalığa sürüklenmesi. Bir diğer deyişle, toplumu oluşturan bireylerin iç dünyalarının, potansiyel suçluluk teşkil eden artık hastalıklı bir mekanizmaya dönüşmesi.
Failin eğitim durumunun, sosyo-politik durumunun nesnel cezalandırma koşullarında değerlendirilemeyeceğine kuşku yok. Fakat bu unsurların toplumun değerleriyle olan ilişkisine baktığımızda bireylerin mutlağa yakın kabul ettiği ve değerlerini üzerine inşa ettiği birçok kimliğin de sözünü ettiğim ruhsal hastalıkla kokuştuğunu ve yıkılmaya yüz tuttuğunu görmek mümkün. Söz gelimi, almakta olduğu eğitim ve içinde bulunduğu sosyal çevre itibariyle normal şartlar altında bir suç işlemesini beklemediğiniz üniversite öğrencisinin, üstelik de suçun hukukunu gören bir üniversite öğrencisinin, suçların değerlere saldırı boyutu en yükseklerinden olan insan öldürme suçunu işlemesi, üzerine değer inşa edebileceğimiz toplumsal beklentilerimiz açısından yıkıcı bir nitelik taşıyor. Zira suça iten ruhsal hastalık toplumun her kesimine öylesine nüfuz etmiş durumdaki toplumun değerlerine saldırmasını bekleyemeyeceğimiz kimse kalmıyor. Bu durumda faillik alanı sınırlandırılamayacak biçimde genişliyor. Daha açık olmak gerekirse, artık bir akademisyen öğrencisi ile ilişkisinin, bir doktor hastası ile ilişkisinin hangi boyutlara ulaşacağını kestiremiyor. Böyle olunca da insan ilişkileri ve insan olmaya has olan o samimiyet hiç de haksız olmayan bir biçimde kişinin kendini koruma dürtüsü ile koca bir gardın arkasına saklanıyor. Bu da bireylerin birbirinden daha çok uzaklaşmasını ve nihayetinde bireylerin daha da hastalanmasını beraberinde getiriyor.
Bu kısır döngünün yalnızca bu nedensellik bağını okumakla bile insanı kasvete boğduğunun farkındayım. Fakat ömür denilen sayılı günde de insanların aldıkları her nefeste kendilerine karşı suçlu, başkalarına karşı tedirgin hissettiği bir dünyada sayılı günlerimizi geçirmek istemediğimizi de biliyorum. O nedenle herkesin başta kendi ile sonra da çevresindekiler ile barış yaptığı bir dünyanın derin bir mahrumiyeti ve özlemi içerisinde olduğumuzu hatırlatmakta fayda görüyorum. Nihayetinde bir yaşam mücadelesidir verdiğimiz bu dünyada, bu mücadele birbirimize karşı değil birlikte olduğumuzu unutmamak gerekiyor.