ACI, HASTALIK VE BUNALIM ÜZERİNE 

Gerek bedensel gerek ruhsal (akıl ) yanıyla acı sözcüğünü birçok anlamda kullanırız. Acı, sızı ve sancı duymak, acı çekmek,  birine acı söz söylemek, acı yüzünü göstermek, acı dil kullanmak, birinden acısını çıkarmak, ağrı, dert, elem ve keder içinde olmak. Yas tutmak, ıstırap içinde olmak,  ölüm için üzülmek, acı hissetmek, birisinin acısını paylaşmak, kuyruk acısının olması gibi. Hatta yel acı acı esiyor, Bir fincan acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır deriz. Allah başka acı göstermesin diye de dua ederiz.  

Bunalım elbette bir insan için olduğu kadar bir toplum için de çöküntüdür, gerginliktir, depresyondur ve umutsuzluktur.  

Susuzluk, kıtlık, savaş,  deprem, fırtına, yangın, sel, salgın, toplumsal esaret, iç savaş ve terör gibi felaketler elbette acı, bunalım ve ıstırap nedenleridir.  

Hristiyanlık ve İslamiyet’in acı, ağrı ve ıstırap çekme hakkındaki görüşleri farklıdır.  

Hristiyanlığa göre aşırı düzeyde ağrı, acı ve ıstırap Tanrı’nın bir hediyesidir. Minnetle kucaklamak gerekir. 

 Bu anlayışla Hristiyanlık ağrı, hastalık ve ıstırap için dört kural belirtir:   

Birinci kuralİnsanlar kederlerine teslim olmalı ve onları etkin bir şekilde kutlamalı. Hz. İsa’nın ağrı ve acıları bize örnek olmalıdır. Hristiyanlığa geçmiş “zenci köle” misyonerlerin öğrettikleri anlayışla, İsa’nın sopası, köle sahibinin kamçısının yerini almıştır.  Kimsenin dövmediği ve kamçılamadığı halde köle ıstıraba kucak açarak başından ayaklarına dek ağrı içinde olduğunu söyler. “İsa Mesih” bu ağrıyı göndermişti. Bundan ötürü ağrı için teşekkür etmek gerekir. Diğer ıstırap çeken dindarlar da dua ederek, dini metinleri tekrarlayarak, İncil’in yapraklarını göğüslerine koyarak  “son nefesini” verirler.  

İkinci kural: İnsanın ıstırap çekerken bile, ıstırabın manevi yenilenmeye neden olduğuna inanmasıdır.  Ölüm anında bile sabır, teslimiyet, en dayanılmaz ağrılardan ıstırap çekerken bile bir kere bile şikâyet ettiğinin duyulmaması.  

Üçüncü kural: Tanrı’dan gelen ağrının, acının ıstırap çeken kişiye bu dünyada kendisine takdir edilmiş yeri hatırlatıyor olmasıdır. 

Beyaz ırktan olmayan bir kadına misyonerler “Bu dünyadaki konumun boyun eğmeyi ve kendisinden yukarıdakilere ‘şefkatleri ve sevgileri’ için minnettar olması gerektiği anlayışını” öğretiyorlardı. Dolayısıyla “zenci kadın” bu bilince sahip olunca dışlanma nedeniyle yaşadığı aşağılanma, çektiği ıstırap daha çok yararlı, olumlu ve kabul edilmiş bilince dönüşüyordu.  

Dördüncü kural: Ağrı, acı ve ıstırap, İsa’yı taklit ederek katlanılması gereken bir lütuf olduğudur. Teslimiyet ve kabullenme, ıstırap ve acıya katlanma dindarlığın işaretidir.  

Her nasılsa hep” “beyaz insanın” kamçısıyla yaptığı ıstıraba ve acıya “zenci insana” katlanması öğütleniyor. Neden “ “zencin kadının” kırbacıyla yaptığı acıya “beyaz kadına” katlanma öğütlenmiyor?  Sömürgecilik tarihi işte böyle bir şey! Bu bilinç elbette yaralı bilinçtir. Mikroskop icat edilmeden önce de hastalıkların ve ıstırapların nedenleri günahlarımız diye inanılıyordu.  Dahası Allah Türkleri Hristiyanların günahları nedeniyle cezalandırmak için başlarına bela vermişti. Cumhurbaşkanlığımızın forsundaki yıldızlardan birisi olan Avrupa Hun İmparatorluğu’nun Başbuğu Attila’ya Tanrı’nı kılıcı diyorlardı.   

Bizim toplumumuzda da çekilen acı ve ıstıraplar günahlara kefarettir sözünü duyarız. Ancak Kuran’da böyle bir cümleye rastlamadım. 

Kuranda hastalık ayetlerini tasnif edersek ikidir.  

Birincisi: “Kalplerinde hastalık bulunanlar.” Müddesir 31, Muhammed 20. 29, ahzap 12. 32, nur 50, enbiya,83.tevbe 125, enfal 49, maide 52. 

İkincisi: “Bedenen hasta olanlar.” Müzemmil 20, vakıa 55, fetih 17,saffat 89. 145, şuara, 80. Nur 61, hac 53,Yusuf 85, tevbe91,maide 6, Nisa 43. 102, Al-i İmran 49, bakara 10.177. 185. 184.196.  

Ağrı, acı ve ıstırap için Hristiyanlıkta olduğu gibi Kuran’da dört kural yoktur. Kuran’da kalplerinde hastalık olanlar suçlanmaktadır. Çünkü ikiyüzlü, arabozucu, güvenilmeyen insanların kalpleri hastalıklıdır.  

Hasta olanlar da bedenen hasta olanlardır. Kuran’da oruç, namaz, hac gibi bedeni ibadetlerde onlara kolaylık sağlamak için zikredilir.  

Yine halkımızın arasında yaşayan hikâyelerde, şairlerin şiirlerinde, vaaz kitaplarında hastalık ve Hz. Eyüp arasında ilişki sıkça kullanılır. Sanıyorum bu bilgiler Kuran’a dayalı değil, Hristiyanlık ve Tevrat bilgisidir.  

Tanrı Elçisi Hz. Eyüp’ün hastalıktan dolayı çektiği acı, ıstırap ve zarar hakkında geçen olay Kuran’da şöyle anlatılmaktadır:  

 “Ve an kulumuz Eyüp’ü da hani Rabbine nida edip de demişti ki: Gerçekten de Şeytan beni yordu ve azaba uğrattı. Vur yere ayağını, bu yıkanılacak ve içilecek serin su işte demiştik. Ve ona ailesini de ve onlarla beraber daha bir mislini de bizden bir rahmet ve aklı başında olanlara da bir öğüt ve ibret olmak üzere verdik. Eline dedik, bir demet sap al da onunla vur ve yeminini bozma. Şüphe yok ki biz onu, sabırlı bulduk, ne güzel bir kuldu ve şüphe yok ki o, daima Rabbine dönen, tövbe eden bir kuldu. Sad 41-44.  

Hz. Eyüp acı ve ıstırabı Allah verdi demiyor, “Şeytan beni yordu ve zarara uğrattı” diyor. Acıdan kurtulması için tövbe ediyor.  Acıya sabretmesi takdir ediliyor, ancak ondan bu acı ve ıstırabın tatlıya ve huzura çevrilmesi için de Allah’tan şifa vermesini ve yol göstermesini istiyor.  

Enbiya suresi 83-84 ayetlerde de zarar veren şeytan sözü geçmeden hemen hemen aynı anlamda şöyle denmektedir: 

 “Hani Eyüp de o (sıkıntı) vaktinde Rabbine: “Şüphesiz bu sıkıntı (ve hastalık) beni (iyice) sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye yalvarıp nida etmişti. Derken duasını kabul ettik de ne zarara uğradıysa giderdik ve katımızdan rahmet ve ibadet edenlere ibret olmak üzere ona ailesini ve onlarla beraber daha da bir mislini verdik.”  

Elbette hayatta acı ve ıstıraplar körü körüne amaçsız çekilen bir durum değildir. Ancak acı çekmeyi kutsayan Hristiyanlık anlayışını Kuran anlayışı gibi sunmak haksızlık olur. Acıya bir değer verme ve hatta mutluluğa erdirici bir niteliklerden biri gibi hastalığı isteme söz konusu olamaz. Dahası günahlardan arınma ve ruhunu yüceltme bu yolla olmamalıdır.  

Tabiat felaketlerini,  toplumsal, ahlaki, hukuki ve ekonomik adaletsizlikleri, zalim ve beceriksiz yönetimleri bir lütuf olarak kabul etmek asla Kuran’ın anlayışı değildir.  Eğer bu anlayışı kabul edersek Allah kötülüğün kaynağı olur. Bu durumda insan iradesini, sorumluluğunu ve hürriyetini kaybeder. Kölenin efendisinin kamçısıyla cezalandırmasını, acı ve ıstırap çekmesini bir lütuf kabul etmesini kabullenmek Müslümanın hele hele Türk milletinin onuruna yakışmaz. Ne acı ve ıstırap veren olalım ne de kimseye acı ve elem çektirelim.  

Bireysel olarak insan kendi hatalarının sonucunda acı ve elemlerle karşılaşabilir. Elbette toplumlar da kendi elleriyle yaptıkları hataları nedeniyle ekonomik, hukuki, iktisadi, siyasi ve ahlaki bunalımlar yaşayabilir. Dünyayı saran covid-19 salgını gibi hastalıklarla da karşılaşabilirler.   

Tüm bu olumsuzluklarla karşılaşıldığında gerek fert gerekse toplum olarak hatalarımızı kabul edelim.  

Hatayı kabul etmemek daha büyük acı, bunalım ve ıstırapların habercisi olabilir.  

Kuran’ın üçte ikisi geçmiş toplumların neden yıkıldıklarını haber vermektedir. Kuran’ın ifadesiyle geçmiş toplumların yıkılışı onların masalları değil, gerçekleridir.  

Burada yapılacak iş herkesin sorumluluktan kaçmadan birbirinin üstüne sorumluluğu atmadan insani yoldan çıkış yolu bulmaktır.  Vicdan ve insani değerlere sadık kalarak nimette de külfette de ortak hareket edilmelidir.  

Allah’ın muradına uygun davranışta bulunulmadığı ve yardımı hak edilmediği sürece Allah yardım etmeyecektir.  

 “Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez ve Allah insanlara (kendi kötülüklerinin bir sonucu olarak) bir felaket tattıracağı zaman hiçbir şey bunun önünde duramaz: çünkü onların, kendilerini O'na karşı koruyabilecek kimseleri yoktur.”Rad, 11.