1650’LERDE AVRUPA’DA HANGİ İLMİ KONULAR TARTIŞILIYORDU? 

Geçen yazımda Kâtip Çelebi’nin 1650 yılında kaleme aldığı Mîzânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ahak /En Doğruyu Seçme İşinde Hak Terazisi eserinde tartışılan konuları vermiştim. Dostumun birisi acaba 1650’lerde Avrupa’da hangi konular tartışılıyordu diye bir mesaj attı.   Ben de gelecek yazımı bunun üzerine yazayım dedim. Kendisine konuya duyarlılığından ve teşvik ettiğinden dolayı teşekkür ederim.  

Avrupa’da iki cam parçasının icadı bütün bilim anlayışlarını sarsmıştır. Bu camlardan birisi 1608 yılında Hans Lippershey (Hollandalı gözlük üreticisi) tarafından icat edilen, 1609 yılında Galileo Galilei ( 1564-1642) tarafından ilk defa gökyüzü gözlemlerinde kullanılan teleskop, diğeri ise 1665 yılında İngiliz bir bilim insanı olan Robert Hooke’un bulduğu mikroskop. 

Evrenin peçesini ve gizli sırlarını bu iki cam kaldırmıştır. Bilim sadece kitaplarda aranmıyordu. 1600’lü yıllarda İtalya’da edebiyat, felsefe ve bilim tartışmalarının yapıldığı çok sayıda akademi açılmıştı. İngiltere’de 1665’den itibaren üyelerinin çalışmaya başladığı Royal Society/Kraliyet Akademisi kurulmuştu. 17’nci yüzyılda Fransa’da İlim Akademisi ve Almanya’da Berlin Bilimler Akademisi kurulmuştu. Bu akademilerde bilimsel bilgiler tartışılıyordu. 

Biz de ise Fransız Bilimler Akademisi'ni örnek alarak Mustafa Reşit Paşa’nın Osmanlı Devleti'nde 1851 yılında kurduğu ilk Türk bilim akademisi “Encümen-i Dâniş”tir.” 1862 yılına kadar yaklaşık on yıl bilim kurulu olarak hizmet vermiş, ancak bilim hizmetini sürdürememiş kapatılmıştır. Avrupa’da en son kurulan üniversiteler arasında İstanbul Üniversitesi yani Dârulfünün /Fenler Evi olmuştu. Bizden sonra Sofya ve Belgrad üniversiteleri kuruldu.  

Francis Bacon  (1561-1626) “Bilgi güçtür.” “Bir şeyin bilinip bilinmeyeceği iddia ederek değil, deneyerek halledilebilir” görüşünü öne sürer.” Galileo Galilei de “Sayılabileni say, ölçülebileni ölç ve ölçülemezi ölçülebilir yap” diyordu. John Locke’ da “ Bildiğimiz her şey deneyimle kazanılır.” anlayışını felsefesine temel yapıyordu.  Bu anlayışlarladır ki, DENEY yöntemi bilimsel araştırmaların baş tacıydı. Konuşma! Yap, dene, say ve göster diyorlardı.  

1632’de Galileo,“İki Esas Dünya Sistemleri Üzerine”  adlı çalışmasında yeni bir evrenbilim anlayışı ortaya koydu. Bu ortaya konulan anlayışa Kilise inançlarından ve bilgilerinden emin bir biçimde şöyle diyordu:  “Sen ki yeri hareketsiz ve sabit kıldın.”  Mezmurlar /Zebur 93 ayetine mi, yoksa senin cam parçana mı inanacağız.  Görüyorsun ki dünyanın evrenin hareketsiz merkezi olduğu inancı orta yerde dururken, geleneksel inançları neden sorguluyorsun?  

Dünya evrenin hareketsiz merkezi değildir, dünya dönüyor bilimsel anlayışını öne sürünce Galileo Engizisyon mahkemesine çıkarılır. Mahkemede kardinallerin huzurunda Kutsal Kitap’a el basarak “Dünyanın evrenin hareketiz merkezi olduğu görüşüne sadık kalacağını ve kendi görüşünü yaymayacağını açıklar.” Canını bağışlarlar. Ölene kadar göz hapsinde tutulur. Sonra şöyle der: “Ne değişti dünya yine dönüyor işte.”  

Martin Luther (10 Kasım 1483 - 18 Şubat 1546), Kutsal Kitap’ta yer alan “ Çalışmayan yemek yememelidir” görüşüne dayanarak feodallerin ve papazların asalaklığına karşı savaş açar. Yine Katolik Kilise’nin benimsediği Tanrı ile insan arasında Kilise, Azizler, Meryem Ana aracı olduğu, aforoz etmenin kilisenin hakkı olduğu,  insanın doğuştan günahkâr doğduğu ve Kutsal Kitap’ın başka dilleler çevrilemez anlayışları sorgulanmaya başlanır. Vicdan ahlakı üzerine yazılar ortaya çıkar. 

 Ancak İslam dünyasını kasıp kavuran Haçlı seferlerinde yetmiyormuş gibi bu sefer de Kiliseler kılıçlarını kendilerine döndürerek uzun süren din adına yaptıkları savaşlarda çok kan dökerler. Hani Hristiyanlık dini sevgi ve barış diniydi soruları sorulmaya başlanır.  Barış önemli bir kazanımdır görüşü yayılmaya başlar. Kralların ve Kilisenin yetkileri sınırlandırılmak istenir. İnsan hakları düşüncesi ve anlayışı gelişmeye başlar.   

1642’da göz hapsindeyken baş yastıkta Galileo öldüğünde “Önümde büyük hakikat okyanusu keşfedilmemiş duruyorken, şahsen kumsalda oynayan bir çocuktan farkım yok” diyen, bilim adamının şahı olan ve tarihin yetiştirdiği en büyük bilim insanından biri Isac Newton  ( 1642-1727) doğmuştu.  Tabiat ve tabiatın yasaları gecenin karanlığında saklıydı.  Tanrı dedi: Newton Olsun! Ve her şey aydınlandı. Newton 23-24 yaşlarında ışığı oluşturan parçaların özelliklerini doğru biçimde analiz etti, mühendislikte tüm modellemenin temeli ve fiziksel olayları matematiğe çevirmenin dili olan kalkülüsü buldu ve yer çekim kavramını sadece formüle etmekle kalmadı, yer çekim yasasını da buldu.  

Yapılan işlerde kol gücüne ihtiyaç duyulduğu için insanlığın en kötü kurumu olan kölelik yaşatılıyordu. İnsanın merhameti sonucu değil icat edilen makine gücünün oluşmasıyla köleliğin kaldırılmasına kapı yavaş yavaş bu çağda aralanıyordu.   

Batı’da hastalıkların nedeni ya Allah’ın gazabı ya da şeytanın şerrine uğrama olduğuna inanılıyordu. Hatta kilise, hekimlerin çoğuna dinsiz, münkir gözüyle bakıyordu. İnsan kadavrası üzerine Kilise yasak koymuştu. Oysaki Müslümanların kadavra üzerinde ilmi çalışmaları serbestti.  Dahası hekimliğin Müslümanlardan Batı’ya geçtiği için hekimleri Müslümanlıkla suçluyorlardı. Paracelsus ise 1526’da  “Hastalık kuramını”  üzerine çalışıyordu. Çünkü Bertrant Russell Din ve Bilim adlı eserinde 1450-1550 yılları arasında Avrupa’da 100 bin kadının cadı diye yakıldığını belirtir.  

 Mikroskop hastalıklara mikroorganizmaların neden olduğunu gösterince hastalıklar konusunda yaşayan batıl inançların doğru olmadığı ortaya çıktı. İngiliz hekim Willam Harvey (1578-1657) derinden derine çalışarak kan dolaşımını bulduğunda insan vücudunun sırları çözülüyordu.  

Bilim diye nitelenen astroloji, el falı, cincilik, büyücülük gibi anlayışlar yerini hem pür ve hem de uygulamalı bilimlere ilgi duyan kişiler bu yüzyıllarda önemli başarılara imza atarak mikroskop, teleskopun yanında termometre, barometre, hava pompası, elektrik makinası ve sarkaçlı saati de icat etmişlerdi. Bu aletlerle ölçülebilen ölçülüyordu.  

Unutmamak gerekir o tarihlerde papalık makamı Fransa’dan sürgün edilen Analitik geometrinin kurucusu Fransız filozofu René Descartes (1596-1650) şöyle diyordu:   Çocukken yığınla yanlışı doğru kabul ettiğimi fark ettim.” “Hayatta en az bir kere mümkünse her şeyden şüphe duymanız gerekir.” 

Kilise,  Montaigne, John Locke, Jean de La Fontaine, Voltaire gibi düşünürlerin eserlerini yasaklıyor,  Kopernik,  Kepler, Galileo ve Newton sistemini kara listeden çıkarmıyordu.  

Portekiz’den Yahudi olmaları nedeniyle ailesiyle Hollanda’ya sürgün edilen, Yahudilikten de düşünceleri nedeniyle aforoza uğrayan ve cemaatinden dışlanan, gözlük camı yaparak geçimini sağlayan filozof Spinoza (1632- 1677)  bu yüzyılın ruhunu en iyi ifade eden düşüncesini şu cümleyle dillendiriyordu: “ İnsanın davranışlarına gülmemeye, onlara gözyaşı dökmemeye, onlardan nefret etmemeye, ama onları anlamaya çalıştım.”  

Eğer teleskop, mikroskop gibi deney aletleri eğitim kurumları olan medrese ve mekteplerimize girseydi ve deney yöntemi esas alınsaydı bugün bilimde geri kalmış medeniyetin başı eğik ve mahcup mensupları olmazdık. Çünkü kilise gibi aforoz eden ve engizisyon mahkemesi sahibi bir kurumumuz yoktu. Ancak menderesimiz ne yazık ki kilisenin rolünü istemesek ve üzülsek de üstlenmiş, bırak deney aletlerini gâvur icadı diye harita ve yazı tahtasının sınıflara asılmasına bile karşı çıkmıştı.  

Avrupa’nın iki yüzü vardır: Birisi aklı, vicdanı, bilimi, hukuku, erdemi kabul eden aydınlık yüz, diğeri aklı, vicdanı, bilimi, hukuku ve erdemi karartan karanlık yüzü.  

Konuyu çok geniş tutmadım çünkü maksadın anlaşıldığını sanıyorum. Şimdi geçen yazımı bir daha okuyup bizim hangi yüzümüzün olduğunu yeniden düşünmek gerekir.  

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.